Fanusta yaşamıyoruz
“Kendine olan şüphenden beslenen bir dünyada kendini sevmek bir başkaldırıdır.”
“Kendine olan şüphenden beslenen bir dünyada kendini sevmek bir başkaldırıdır.”
Bir süredir telefon ekranımdaki o sözün üzerine birkaç cümle yazmak istedim. Çok güçlendirici olabileceğini düşünmekle beraber “ya ben başkaldırmak zorunda mıyım?” sorularını da beraberinde getirmesi çok muhtemel geldi.
Kendi yolculuğumdan bir anıyı özet geçerek başlayacağım. Son bir aydır yüksek lisans süreci için birçok mülakata girdim. Kimisi iyi geçti kimisi terletti. Bazıları hala rüyalarıma giriyor, yalan yok. Onlardan birini paylaşmak istiyorum çünkü sorulan soru ve veremediğim bir cevap beni derinden etkiledi.
Malum klinik psikoloji yüksek lisansı. Bir uzmanlık kazanmak, bilim insanı olmanın da yanı sıra terapi odasına giriş kartlarımızdan biri. Ben de heyecanla sorulan sorulara cevap veriyorum. Cevaplarım hep bir şekilde toplumun nasıl şekillendiği ve insanların bundan nasıl etkilendiği ile ilgili. Yeme bozukluğu mu evet bakın şöyle bir dünyadayız, lgbti+’lar mı bakın biz böyle bir memlekette yaşadığımız için bunları konuşmak zorundayız. Çok da güzel konuştuğumu düşünüyorum. Kendi çalışmalarımdan, okuduğum araştırmalardan, günlük deneyimlerimden örnekler veriyorum.
Az buçuk şöyle bir soru aldım devamında: “Bu anlattıkların hep toplum toplum. O halde sosyal psikoloji daha uygun görünüyor. Bu bilgiler terapi odasında ne işine yarayacak?”
Ay nasıl yani diye düşünüyorum saniyeler içinde. Anlattım ya diye düşünüyorum. Tek başımıza varolmuyoruz ki. Bu soruya pek de hatırlamadığım ama hiç de içime sinmeyen bir cevap verdim. Sonra günlerce bak şunu da söyleyebilirdim, bunu da derdim ne güzel cevap olurmuş, ben aslında biliyorum bunun cevabını heyecandan söyleyemedim diye kendi kendime yandım durdum.
Şimdi en baştaki cümleye geri dönmek istiyorum:
“Kendine olan şüphenden beslenen bir dünyada kendini sevmek bir başkaldırıdır.”
ve devam ediyorum…
Evet bir başkaldırı boynumuzun borcu değil. Kendimizle ilgilenmek demek her zaman topluma karşı çıkmak demek değil. Kimi zaman ötekiler için en iyisini düşünürken (belki kendilerini sevmeleri, özgüven kazanmaları, cesaretle adım atmaları gibi) kendimiz için bunu yapamıyoruz ya da yapacak gücü bulamıyoruz.
İnsanız, yapamayabiliyoruz.
Kişisel yaşantılarımız, ailemiz, genetiğimiz, nicesi ne kadar etkili. Yalnızca çeşitli endüstrilere, toplumsal ön yargılara, fobik tutumlara taş atmaya başladığımızda eyleme geçmek daha zorlu olabilir.
Benlik bir şey yok ki, toplum böyle.
Ancak günlük hayattan örnekler vermek istiyorum. Çok basit örnekler.
Muhtemelen “ya zaten en büyük derdim bu değil ki benim” deme ihtimaliniz olan örnekler belki de. Sadece günlük hayatın olağan akışında bu yükü üzerinizden atabilseniz rahatlar mıydınız bir de bunu sorgulayalım istiyorum. Ben de kendi içimde sorgulamaya çalışıyorum.
İş yerinde sürekli bakımlı olmaya çalışmak, kahkahalarınızın tonunu ayarlamak, bir instagram gönderisi paylaşırken belki bir değil üç kere düşünmek, anneyseniz anneliğin getirdiğine inandırılmış rollere uymaya çabalamak, babaysanız aynı şekilde.
Bir terlik giyip dışarı çıkamamak. Çok mu kadınsı oldu çok mu erkeksi oldu demeden kombin yapamamak. Cilt problemleri yaşandığında muhakkak kapatma ihtiyacı duymak. Biraz olsun bacağımız, kolumuz kıllıysa pis hissetmek, gizleme ihtiyacı duymak. İnsanların yanında az yemek, çok yemek, hiç yememek.
Örnekler çoğaltılabilir, hatta paylaşın ki ekleyeyim. Çok isterim.
Kimi zaman çok süslenip püsleniyorum ve kendimi çok daha iyi hissediyorum. Kimi zaman da öyle bir gün oluyor ki ne canım istiyor ne gücüm oluyor. Bıyığımı almamışım, yok kolum çıkmış toplu taşımada dik dik bakıyorlarmış. Saçım kabarmış da yanımda tokam yok. Tam böyle zamanlarda kendimi kötü hissetmemin sebebi olarak etrafıma bakmaya başladım bu cümleyi idrak edebilmek için. Evde olsaydım bu kadar rahatsız olur muydum? Tek başıma yatağımda yatıyor olsaydım, gözleniyor hissetmeseydim mesela. Yine bu “kendini düzene sokma” ihtiyacını hisseder miydim?
Sonra biraz olsun rahatlıyorum. Çünkü asıl rahatsız olan ben değilim, ötekiler. Ötekilerin benden rahatsız olma ihtimaliyle kendimi huzursuzlandırıyorum belli ki.
Bu yalnızca bir örnek.
Bu cümleyle ne ben birden bire dağları delmeyi başardım ne de kimsenin tek cümleyle tüm bakış açısını değiştirmesine inanıyorum. Kendini sevmek, kendinden memnun olmak, özgüven, cesaret bunların hepsi zamanla kazanılan ve emek isteyen kazanımlar.
Emek isteyen ve yolun sonu olmayan kazanımlar. Yolda atılan her adım kıymetli ve bir adımın üstüne diğer bir adımı atmak her defasında daha kolay oluyor.
Uzun lafın kısası evet toplumsal cinsiyet rolleri de çok önemli, ön yargılar da, fobik tutumlar da, canımızı sıkan yargılar, vücudumuz ve hareketlerimiz üzerinde belirlenmiş amacı belirsiz kurallar. Hepsi önemli. Tüm bunların içinde varoluyoruz. Tek başımıza bir fanusta değiliz. Kocaman bir okyanusta, milyonlarca insanla beraber yaşıyoruz. Belki günde 3, 5, 100 kişi görüyoruz ama artık teknolojiyle beraber çok daha fazlasına erişiyoruz.
Bizi değiştiriyor, dönüştürüyor.
Kendimiz ile ilgili çalışırken elbette etrafımızda neler olup bittiğini görmeye ihtiyaç duyacağız. Etrafımızda olan bitenin koca endüstrilerin bizi mutsuz etmeye çabalayıp bundan kar elde etmeye çalıştığını göreceğiz. Kimi inanışların yalnızca kendini beslemek için olduğunu ve bizimle ilgili olmadığını. Güçlenerek ilerlemek böyle bir şey sanıyorum.
Hiç beklemediğim yerlere götürdüm konuyu. Hiç bu niyetle başlamamıştım. Bu yazma işini çok dağınık yapıyorum sanırım. Dönüp kelime kelime düzeltmek de şu an içime sinmiyor. Bir de buradan kendimi eleştirmeye açık değilim sanıyorum. Eleştirilerimin yapıcı gelmeye başladığı noktada ben de ilerlemeye hazır olacağım.
Umarım bundan sonra daha sık buralarda olurum!
Görüşmek dileğiyle,
Sıla